16 Eylül 2012 Pazar

Nüzul sürecinde kavramlar 1-2-3

Nüzul Sürecinde Kavramlar -1
Oktay Altın
Kur'an'da müşriklerin vahye itirazlarına sık sık şahit olmaktayız. "Rivayet edilip öğretilen bir büyü" (74/24), "sadece bir insan sözü" (74/25), "eskilerin masalları" (68/15) vb. yaftalama ve yargılamalarda bulunuyorlardı. Fakat aynı müşrikler Kur'an'ı anlamadıklarına dair itirazda bulunmamışlardır, Çünkü Kur'an, "ayetleri açıklanmış Arapça okunan bir kitaptır" (41/3) ve öğüt almak için kolaylaştırılmıştır (54/1 7, 22). Kur'an, müşriklerin anlamadığı bir şekil veya dilde indirilmiş olsaydı kuşkusuz vahyin kendisine, kökenine itiraz ettikleri gibi şekline, diline de itiraz edeceklerdi. Oysa Kur'an böyle bir itirazı ortadan kaldırmıştır: "Eğer biz onu yabancı bir Kur'an yapsaydık derlerdi ki, 'Ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arap'a yabancı bir söz mü?'" (41/44).
Kur'an metnin anlaşılmaya müsait olması anlama eyleminin gerçekleşmesi için tek başına yeterli değildir. Muhatabın da anlama eylemi için gerekli şartları kendisinde toplaması gerekmektedir. Mekkeli Arapların o günkü seviyeleri gözetilerek, onların anlayabileceği bir dille Allah tarafından inzal edilen Kur'an, doğal olarak akledilerek, tedebbür edilerek anlaşılabilir. Nitekim müşrikler anlamadıklarından değil, kendilerini yeterli görerek Kur'an üzerinde düşünmediklerinden dolayı teslim olmuyorlardı. Azgınlıkları, vahye karşı gösterdikleri kibirleri ve anlamamada direnmelerinden dolayı sağır, dilsiz ve körler olarak tasvir edilmişler ve akl etmedikleri için kınanmışlardı.
Kur'an'ın bugünkü muhatapları olarak bizler de Kuran'ı anlamak için akletmek, tedebbür etmek, çaba sarf etmek zorundayız. Mufassal ve mübin olan Kur'an'ı anlamada en önemli faktör yine Kur'an'ın kendisidir. Fakat belirli bir zaman diliminde, belirli bir coğrafyada inen Kur'an'ı anlamada, ilahi maksadı kavramada o günkü muhatapların kültürü, sosyoekonomik yapısı, tarihi gibi unsurları içeren nüzul ortamını bilmek bize önemli katkılar sağlayacaktır.
Tefsir dahil İslami ilimlerin oluştuğu dönem İslam kültürünün toplumsal alanda hakim olduğu dönemdi. Genellikle eksik ve zaaflarına rağmen hakim olan İslamiliğin ilelebet süreceği zehabıyla Kur'an bu psikolojiyle okunmuş, kavramlar bu psikolojiyle anlamlandırılmaya çalışılmıştır. Mekke benzen bir ortamın yeniden yaşanmayacağı varsayılarak Mekki ayetler ya mensuh kabul edilmiş ya da yaşanılan ortama göre hükümler çıkartılmış ya da bir kısım Mekki ayetler Medeni sayılmıştır.
Ayetler indikleri ortam ve şartlar gözetilerek okunursa doğru anlaşılabilir. Aksi takdirde yanlış sonuçlara ulaşılır. 23 yıl gibi uzun bir sürece yayılan nüzul süreci bu açıdan değerlendirmek, konumumuzun hangi sürece tekabül ettiğini iyi tespit etmemiz gerekmektedir. Zorlukların yaşandığı dönemlerde en son inen ayetleri uygulamaya kalkmak şüphesiz bizleri çıkmaza sürükleyecektir.
"Sizin dininiz size benim dinim bana" ayeti müslümanların güçlü, hakim olduğu bir ortamda başka dinlere hayat hakkı tanıma, onlara müdahale etmeme, şeklinde anlaşılabilirken, Müslümanların zayıf olduğu, ezildiği, horlandığı bir ortamda ise bir ültümaton, bağımsızlık ilanı olarak anlaşılır. Ya da "Vay o mussallin (namaz kılanlar)'in haline! Onlar salatlarından gafildir" ayeti Medine şartları da nazil olmuşsa kolayca münafıklara hamledilebilir. Çünkü müslümanlar gibi namaz kılmalarına rağmen iman etmedikleri için namazdan gafildirler. Oysa eğer mezkur ayetler Mekke'de müslümanlara imrenilmeyecek durumda nazil olmuşsa durum farklılaşır. Musallinin kim olduğu önem kazanır.
İşte nüzul ortam ve şartlarını gözeterek yapacağımız okumalar, vakıayı kavramada bize yardımcı olacak, önümüzü aydınlatacaktır. Nüzul sırasına göre ve tabii ki Kur'an'ın tümüyle muhatap olduğumuzu gözeterek, konumumuza daha çok tekabül eden ilk inen ayet ve surelerde geçen bazı kavramları anlamaya çalışmalıyız. Örnek olarak ilk indiği hususunda ittifak bulunan Alak Suresi'nin ilk ayetlerindeki "ikra=oku" ve "Rabb" kelimelerini anlamaya çalışalım:
"Oku! Rabbinin adıyla ki, yarattı. İnsanı alaktan yarattı. Oku! Rabbin en büyük kerem sahibidir. O ki, kalemle öğretti. İnsana bilmediğini öğretti".
Sözlükte okumak, tebliğ etmek, taşımak anlamlarına gelen kıraat (okumak), sözü düzenli olarak birbirine bağlayıp gerek ezberden, gerek yüzünden, gerek gizli ve gerekse açık biçimde ağızdan çıkarmak anlamındadır. Kur'an'da kıraat genellikle "sesli okumak" anlamında kullanılır: "Kur'an okunduğu (kıraat edildiği) zaman onu dinleyin ve susun ki, size rahmet edilsin." (7/204) ayetinde olduğu gibi. (Ayrıca bkz. 16/98, 17/45, 26/199, 17/106) Fakat sessiz okumayı çağrıştırabilecek ayetler de vardır. (Bkz. 17/93, 10/94, 69/1 9)
Kıraat "ala" ön edatıyla birlikte kullanıldığında mesajın muhataplara iletilmesini, taşınmasını da ifade eder. "Falancaya selamımı ilet" ifadesindeki ilet 'ikra=oku' kelimesidir.
İlk inen "Oku" emrinin muhatabının Hz. Peygamber olduğu açıktır. Fakat neyi, niçin, nasıl kime okuyacağı açıkça ifade edilmemiş. Ama genel olarak "oku" emrinin nesnesinin "oku" emriyle birlikte inen ayetler grubu olduğu anlaşılmaktadır.
Allah'tan vahiy almak gibi son derece olağanüstü bir durumla karşılaşan Hz. Peygamber vahyi tabii olarak en yakınına, yakınlarına iletecek, onlara okuyacaktır. Okumayı insanların ortasında yüksek bir yere çıkıp bağırmak değil, birebir en yakınından başlayarak gerçekleştirecektir. Nitekim siyer kitaplarında Hz. Hatice'den başlayarak Hz. Peygamber'in vahyi en yakınlarına iletmeye başladığı zikredilmektedir. Ayetlerde Hz. Peygamber'in tebliğini gizli gizli yapması gerektiğine dair herhangi bir ipucu olmadığı gibi tersine "ikra" kelimesi tebliğin aşikar olduğunu göstermektedir.
Rab, yetiştiren terbiye eden, eğiten, yetki sahibi anlamlarında kullanılır. Dönemin Arapları rab kelimesini, kabile reisi, ailenin ileri geleni anlamında kullanıyorlardı. Kelimenin kullanımında yetki ve otorite daha ön plana çıkmaktadır. Mekkeli Arapların günlük dilde çok sıkça kullandıkları rab kelimesini, Kur'an da ilk inen ayetlerde sıkça kullanmaktadır (Bkz. 1/1,73/8, 74/3, 68/2 vb.) Ortaçağda Avrupalı toplumlardan soylu kimselerin makam ve hamiyetini vurgulayan, daha sonraları serverlik, yücelik ve irade sahibi mefhumlarını kazanarak unvan ve lakap olan senyör ve lord kavramları 'rab" kavramının karşılığı olarak kullanılmaktadır. Farsça'da ise aynı şekilde makam anlamında kullanılan daha sonraları dini bir mefhum biçiminde yaratıcı Allah anlamını kazanan "hüdavend" kelimesi Rab kelimesinin karşılığıdır.
Ulam öncesi insanlar emniyet duygularından yararlanmak amacıyla kendilerinden daha büyük, daha güçlü kimselerin emrine girme eğilimindeydiler. Bekalarını rab dedikleri yönetici, melik gibi yetki ve makam sahibi kimselere borçlu olduklarını dolayısıyla bunlara saygı duyularak, itaat etmeyi emir addetmekteydiler. Bu makam sahibi kimseler bazen hemcinsleri oluyor bazen de hayallerinin ürettiği evhamları, putlar oluyordu.
"Oku! Rabbinin adına ki yarattı" ayetinde Hz. Peygamberin dolayısıyla müminlerin rabbinin ancak yaratıcı olan bir Allah olduğu vurgulanmaktadır. Bu yönüyle rab kelimesi tevhide ilişkin ilk telkin olurken diğer taraftan din ve siyaset ilişkilerini de ortaya koymaktadır.

Nüzul Sürecinde Kavramlar -2
Oktay Altın
"Hayır, insan azar. Kendini zengin gördüğü için. Ama dönüş Rabbine'dir. Gördün mü şu men edeni, namaz kılarken bir kulu? Gördün mü, ya o doğru yolda olur, yahut korunmayı emrederse? Gördün mü, ya bu yalanlar, yüz çevirirse? Allah'ın gördüğünü bilmedi mi? Hayır eğer bundan vazgeçmezse perçeminden yakalarız. O yalana günahkar perçeminden. O zaman meclisini çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız. Hayır ona. boyun eğme, secde et ve yaklaş." (Alak, 6-19)
Alak suresinin bu ayetleri aynı surenin ilk beş ayetinin nüzulundan sonraki dönemlerde nazil olduğu müfessirlerce zikredilmektedir. Fakat surelerin nüzul sıralamasında en başlara konulmaktadır. Her ne kadar ilk beş ayeti daha önce nazil olmuş olsa da bu sıralamalardan ve surenin içeriğinden surenin tamamının Mekke'nin ilk dönemlerinde nazil olduğu anlaşılmaktadır.
İlk inen surelerden olması hasebiyle surede geçen ve daha sonra inecek ayet ve surelerde önemli yer işgal eden ve Kur'an'ın temel kavramları arasında yer alan bazı kavramları dönemin şartlarının göz önünde bulundurarak anlamaya çalışacağız.
a. Tuğyan
Ayette geçen 'tağa=azdı' filinin mastarı 'tuğ-yan'dır. "İsyanda haddi aşmak"1 anlamına gelir. Nuh tufanını anlatan "su taştığı (tuğyan ettiği) zaman" (69/1) ibaresinde olduğu gibi, bu fiil Arapça'da "Kurumuş bir sel yatağında, yağan yağmurla kabararak, suyun her zamanki olağan seviyesinin çok üstüne çıkmasını" anlatır.2 Seviyesi aşırı derecede yükseldiği için bendinden taşan su misalinden başlayarak neticede, mecazi olarak, hor görüp iteleme ya da isyan edip kibirlenme anlamını vermeye başlamıştır.3
Tuğyan'ın kök anlamında dengenin aşırılık veya azlık yönünden bozulması anlamı da vardır. Fakat belirlenen sınırların daha çok aşırılık yönünden ihlal etmeyi, sınır tanımazlığı, cebir ve şiddet kullanmayı anlatır.4 Beydavi tuğyanın ''küfürde ifrat, insanın hakkı kabul edemeyecek derecede kendini kibre kaptırması (istikbar) ve Rasül'e ve müminlere karşı açık bir husumet" olduğunu söylemektedir.5 M. bin Süleyman ise tuğyan kavramının Kur'an'da delalet/sapkınlık, isyan, zulüm ve suyun taşması anlamında dört farklı kullanımının olduğunu zikretmektedir.6
Tuğyan, Allah'ın koyduğu dini ve ahlaki sınırları fütursuzca ve küstahlaşarak aşmayı ifade eder. Bu da Allah'ı inkar etme, peygamberi yalanlama, müminleri küçük görme, ölçüde ve tartıda adaletsizlik yapma biçimlerinde sosyal hayata yansır. Bu yönüyle tuğyan, ahlaki tefessüh ve sosyal dengenin bozulmasını da ifade eder.7
Tuğyanın manası yaratıklık hissinin eksikliği ve bağlı olarak, yaratıcıyı hiçe sayma ya da inkardır, kendini büyük görmeyi İfade eden 'istikbar'la yakın anlamlıdır, Kur'an'ın daha sonra nazil olan ayetlerinde 'tekzib, küfür, zulüm, nifak' gibi kavramlarla ve benzer durumlar için kullanılmaktadır.8 Ayrıca "gözleri kör gezmek" anlamına gelen "emehe" fiiliyle de sık sık birlikte kullanılmaktadır ki bu kullanım, dünyadan memnun olup, Allah'ın ayetlerine karşı bütünüyle aldırmazlık içinde bulunanların halini tasvir etmektedir.
Tuğyan'ın dayandığı temel zemin ise "istiğna"dır. İnsan kendini müstağni gördüğü için tuğyan eder.
b- İstiğna (Kendini Yeterli Görmek)
İstiğna, daha çok Allah'a izafe edilerek kullanılan ve 'hiçbir şeye muhtaç olmamak' ya da 'az ihtiyaç sahibi olmak'9 anlamına gelen 'zengin oldu=gena' kökünden türemiştir. Kur'an, sürekli olarak Allah'ın tek başına olabilecek kadar zengin, yani mutlak manada bağımsız ve kendine yeterli oluğunu, gani olduğunu vurgular, istiğna, mal ve servet zenginliğini anlatmakla birlikte, hiçbir kimseye ihtiyacı olmaksızın, kendi kendine yeterliliği, bağımsızlığı, zenginlik ve kudretten kaynaklanan ve hiçbir engel tanımadan her istediğini yapabilme gücünü anlatır. Yaratıcısından hiçbir isteği, ihtiyacı olmayan insanı tasvir eder. O kişi, kendi başına ayakta durabilecek kadar güçlü, kendi kendine yeter, zengin, karşı, konulmaz güç sahibidir. Her istediğini elde edebileceğini sanır.10 Konu insan olunca böylesi bir kendine yeterliliğin var sayılması, mahluk olma duyusunun noksanlığını açığa vurmaktadır. Bu, kendini bilmezlik ve kibirden başka bir şey olmayıp insanın kendini zengin addetmesi ve kendi gücüne hadsiz güven duymasıdır.11
İstiğna fiili anlam olarak 'tuğyan'la yakinen ilintilidir ve ayrıca insanda kendine aşırı güven ifadesi için de kullanılır. Ama tabii bu ikisi arasında anlamsal yapı itibariyle hayli büyük bir fark mevcut. 'Tega'da temel fikir suyun kendini aşması fikridir. 'İstiğna'da temel anlam zengin yahut servet sahibi olmaktır.
Oğul ve servet sahibi olmak, bir gurur ve aynı zamanda toplumda bir itibar kaynağı idi. Müşrikler bu yüzden "Malları ve oğulları çok olan bizleriz ve bizler azaba uğratılacak da değiliz" (34/35) derler. Mekkeli müşrikler, yığdıkları malın kendilerini ölümsüz kılacağını sanırlardı. Zenginlik ve servet, şahsın değeri ve ölçütü olarak görülmekte böyle insanların kibirli ve küstah davranışlar göstermesi anormal karşılanmamaktadır.12
Ekonomik güç her toplumda önemlidir, belirleyicidir. Vahyin ilk muhatabı Mekke toplumunda da mal ve oğullar sahibi olmak; güç sahibi olmak, toplumun belirleyeni olmak anlamına geliyordu. Güç sahibi olmak kişiye istediğini yapma imkanı verdiği gibi başkalarının kendisine itaat etmesini de beraberinde getiriyordu. Sürekli itaat edilen konumda olanlar ise Yaratıcı da olsa başkasına itaati zül kabul ederler.
c- Rucu'
"Başlangıçtaki yere dönme" anlamına gelen 'racea' fiilinden türemiştir. "Dönüş, dönüş yeri, merci'" anlamında mastardır.13
Bu ayet belki de ahirete ilişkin ilk Kur'ani vurgudur.14 Surenin başında "yaratma" ve "yaratan Rabb"den bahsedilmişti. Bu ayet, dönüşün de aynı kaynağa olacağını belirtiyor. Mekke'deki Arap için dünya var olan haliyle bu dünyadır. Hiçbir şey, bu akla bundan sonraki ebedi hayat İnanışı kadar uzak değildir. Bu dünyanın sınırları ötesinde hiçbir mevcudiyet olamaz.15 : "Dediler ki 'Ne varsa şu dünya hayatımızdır, başka bir şey yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi zamandan başkası helak etmiyor.'" (Casiye, 23-24)
Ahiret hayatı, müminlerle müşriklerin en önemli mücadele ve tartışma konularından biri olmuş,16 ve Mekki surelerde ahiret inancına çokça yer verilmiştir. Hulud yani ebediyeti bu dünyaya hasreden cahili anlayış, ölümün varlığına dolayısıyla dünyanın geçici, boş olduğuna inanmakta fakat günü gün etmeyi, hayatı zevk ve safa içinde geçirmeyi öngörmektedir. Ahiret inancı ise aynı şekilde dünyayı geçici gerektirmekte fakat kalıcı olan ahiret için, salih amelleri öngörmektedir.
Ahiret inancı, insanın bu dünya ile sınırlanmayacağını, azgın müstağnilerin sadece bu dünyada yapıp ettikleriyle kalmayacağını vurgular. Böylece gerçek ahiret mükafatı vaadi ile müminlerin dirençlerini arttırırken, karşıtlarının müstağniliklerine karşı koyar ve onları azapla korkutur. Kendini yeterli görüp azana ölümle hesap vereceğini, dolayısıyla iddiasının aksine acizliğini hatırlatır.
Ayrıca Rabb'e dönüş bilinci, tuğyanın fiili hayata yansıyan olumsuz, gayri ahlaki davranışlarından uzaklaştırıcı; hayra, ahlaki davranışlara yönelticidir.
Rucu', iki şekilde anlamak mümkündür:
1- Herkes hesap için Allah'ın huzuruna getirilecektir.
2- Var olan herşey asıl kaynağı olan Allah'a dönecektir.
Neticede her iki anlam da insanın kendi kendisine yeterli olduğu, kaderinin efendisi olduğu şeklindeki küstahça iddiayı saçma görerek reddeder.17
Kendini müstağni görerek azan için hesaba çekilmek asla düşünülemez. Bu bakımdan ölümden sonra hayat söz konusu değildir. (Baltası) "Oysa dönüş O'nadır".
c- Abd, İbadet
Abd, sözlükte "boyun eğmek, itaat etmek, alçak gönüllü olmak" anlamlarına gelen "ibadet", "ubudiyet" mastarından türemiştir. İbadet, itaatin en ileri şekli olup kişinin hiçbir memnuniyetsizlik ve isyan belirtisi göstermeden birine gönülden bağlanıp, boyun eğmesidir. Abd kelimesi "köle", "hür olmayan" anlamında kullanılır.18
Abd kelimesinin kok fiili, itaat etmek, alçak gönüllülük (tevazu) göstermek, daha açık bir ifade ile kişinin bir kimseye isyan etmeksizin, ondan yüz çevirmeksizin, karşılık vermeksizin itaat etmesi ve boyun eğmesi anlamlarına gelir. Abd, sözlükte, kul, köle yaratık, insan gibi anlamlara gelir.
İbadet, kişinin üstün gördüğü bir güç önünde itiraz etmeksizin itaat etmesi, kendi özgürlüğünü onun için terk edip tam bir bağlılıkla onun emrine girmesi, demektir.
Kullukta itaat edenin yalnızca boyun eğip söz dinlemesi yeterli değildir. İtaat eden kul (abd), aynı zamanda önünde boyun eğdiği efendisinin yaptığı iyilikleri de bilir. Verdiği nimetlere teşekkür ederek (veya şükrederek) kalpten ona bağlanır. Verilen nimetler için teşekkürü yerine getirmek üzere, efendisine karşı görevini yapar, efendisini yüceltir, onu kalpten sever ve onun önünde en derin saygıyı duyar. Cahiliyye anlayışında efendilerine karşı bu şekilde olması gereken köleye abd denirdi. Cahiliye insanları ayrıca putlarına karşı böyle davranır, onların karşısında kendilerini 'köle, abd' gibi düşünürlerdi.
Kur'an'ın en temel kavramlarından biri olan abd, ilk defa bu ayette zikredilerek cahiliyyenin abd telakkisi reddedilmiştir. Böylece boyun eğmenin, kayıtsız şartsız itaatin ve bu yüceltmenin ancak alemlerin rabbi olan Allah'a karşı yapılabileceğini bunun kulluk (ibadet) olduğunu ve insanın var oluş sebebinin de bu şekilde bir kulluk olduğunu ortaya koymuştur.19
d- Salat (Namaz)
Ateşe attı, ateşe girdi anlamına gelen es-saly mastarından türemiştir.20 Salla şeklinde söylenirse Allah'ın emrettiği bir ibadetle kendini ateşten korumak anlamanı kazanır.21
Salat, lugatçilerin çoğuna göre dua, tebrik ve övgü anlamındadır. Kavram olarak da aslı dua olan özel temel ibadettir.22
"Salat " kelimesi risalet öncesinde de hususi ibadet anlamında kullanılırdı. Enfal suresi 35. ayette müşriklerin Kabe etrafında eda ettikleri ayinler "salat" kelimesiyle ifade edilmektedir.
Duanın özel bir biçimi olarak "salat" derin bir bağlılığı, saygıyı, izzet ve ikram göstermeyi ifade eder. İran şahına yöneliş, ona gösterilen saygı bir cahiliyye şiirinde oldukça siyasal bir bağlamda "salat" kavramıyla ifade edilmiştir:
"Salat eder ona yönelerek her bir yandan Yeryüzü kralları, o (dünyanın) önderi olduğu halde.23
Rüku, secde, kıyam gibi namazın rükunlarının geçmiş ümmetlere izafeten kullanılması, namaza ait bu şekillerin bi'setten önce de ibadet bilinip tekrar tekrar yapıldığını göstermektedir.24 (2/125; 22/26; 25/60; 77/48; 9/30-31, 21/72-73)
Bu ayetler risalet öncesi bilinen namazın risaletin ilk dönemlerinde açıkça kılındığını gösteriyor. Namazın, ferdin özel yaşantısını düzenleyici bir işlevi olduğu kadar toplumsal yaşam üzerinde de önemli bir işleve sahiptir. Allah'a kulluğun bir göstergesi, İlahi mesajın diğer insanlara duyurulması ve öğretilmesi için önemli bir araçtır. Bu nedenle salat kavramı belirli zaman dilimlerinde yapılan bir ibadet biçimini kapsadığı gibi daha genel anlamda dua ve en genel anlamda dini simgeler. Bu açıdan namaz kılan kula yapılan tecavüz, simgesel olarak salat kelimesi ile ifade edilen ilahi dinin reddedilmesidir.25
Salat, bireye özgü bir ibadet biçimini de aşarak kişinin seçtiği yaşam biçimini, dinini belirlemekte, insanlar arası ilişkilerde önemli bir işleve sahip olmaktadır. Bu yüzden özden yoksun gösteriş için namaz kılanlar değil de, ancak Allah'a yönelerek O'na derinden bir saygı ve ilgi duyarak O'nun için O'nun istediği şekilde namaz kılan bir kul müstekbirlerin tecavüzüne uğruyor.
e- Hidayet
Hidayet, hedefe götüren şeyi göstermek, rehberlik yapmak, bir hedefe giden yolda yürümek, iyilik ve yumuşaklıkla yol göstermek demektir.26
Hidayet, "Doğru ve gerçek yolu göstermek ve hedefe ulaşmak/ulaştırmak"la ilgilidir. Dikkat edilirse yol gösterilerek bırakılmıyor bilakis önderlik ederek, elinden tutarak hedefe götürülüyor.
Mekkeli Arap'ın zihninde "hidayet" ve karşıtı olan "dalalet" çok önemli yer tutmaktadır. Çölde uçsuz bucaksız kumlar arasında doğru iz sürmek ve hedefe ulaşmak ölüm; kalım meselesidir. Hedeften az bir sapma ya da ufak bir hesap hatası insanın, tüm kervanın telef olmasına neden olabilir. Hedefe ulaşmak ancak birtakım işaretlerin Kur'an'da bunlara da "ayetler" deniliyor; anlamını ve onlardan yararlanma yollarını bilmekle mümkündür. Böylece insan "hidayet" üzerinde olabilir. Bu nedenle insanların yaşamında "hüda" ve "yol" ifade edilen bir düşünce ve davranış sistem gelişmiştir. Örneğin "çözüm yollan" ile araç ve çareler, "tutulan yol" ile yaşam biçimi, tutum ve davranışla "işleri yoluna koymak" ile olması gereken düzen anlatılır.
"O, yıldızları sizler için var etti. Böylece onları kullanarak yol bulabilirsiniz." (6/97)
Kelimenin bu somut kullanımı için, çöl yollarını iyi bilen, insanları varacakları yere güven içinde, yolunu kaybetmeden, şaşırmadan ulaştıran kişiye "hadi", bu kişinin gösterdiği ve tuttuğu yola 'hüda' deniyor. Öyle ki hüda, doğru ve güvenilir yoldur. Bu durumun karşıtı ise yolu sapıtmak, dalalet demektir. Kavram somut olarak karada ve denizde doğru yolda gitmek, yol-yordam bilmekle ilgilidir. Kur'an'da ise kavram, bu somut kullanımı aşarak, inanın hayat/ boyunca tutması gereken yolla ilgili olarak kullanılır. Böylece el-Hadi bizzat Allah, öyle bir yol gösterici ki asla yanılmaz, saptırmaz, her şeyi bilen güvenilen yegane hadidir.27
İnsanın hayatının tümü çölde ya da denizde yapılan bir sefere benzer. Eğer doğru işaretlere, Allah'ın yol göstermesine, vahye uyulursa hedefe, kurtuluşa erişilir. İşaretlere uyulmazsa sonuç felakettir.
Hidayet üzere ilerlemek, azgınların tecavüzlerinden korunmak, onlardan yılmamak ve bilgelik ile mümkündür. Bu açıdan hüdanın bir yorumu (tevil) ve pekiştirilmesi gerekiyor. "Doğru yoldaysa ya da takvayı emrettiyse" cümlesi de geçen 'ya da' bağlacı metinde hidayete bir alternatif göstermekten çok, onu açıklamakta teyid etmekte, bir başka açıdan yorumlamaktadır.28
f- Takva
Takva kelimesinin türetildiği fiil kökü olan vky, bir şeyi korumak, savunmak, birilerini azaptan korumak anlamlarına gelir. Fiilin geçişsiz hali olan ittika (takva) ise, bir tehlikeden ve zarardan bir şey aracılığı ile korunmak, sakınma, çekinmek ve korkmak anlamlarını içerir. Mekki ayetlerde müşriklere karşı Allah'ın ahiret-teki azabından korkmakları, çekinmeleri bağlamında kullanılmıştır. Ancak Medeni ayetlerde bu korku öğesi giderek dağılır ve kelime Allah'a duyulan derin saygı ve dindarlık anlamına gelir.
Takva hiçbir surette sıradan bir tür "korku" değildir. Ama başlangıç açısından korku hissidir.30
Bir savaşta düşmanın ölümcül saldırılarından korumayı anlatır. Tehlikelerle dolu çölde yol-yordam bilen hüda her çeşit tehlikeye ve saldırıya karşı bilinçli önlemler alan bir kişi; insanları ve sahip oldukları tüm değerleri korur ve hedefine ulaştırır. Bu kişinin, uçsuz bucaksız çöllerde yol-yordam bildiği için insanların ve kervanın yaşamlarını savunmak konusunda "emretme" yetkisi vardır. Onun korunma ile ilgili emirlerine uyulmalı, uyarılarına dikkat edilmelidir. Hiçbir şekilde engellenmemelidir.
Kur'an'da hüda ve takva gündelik kullanımlarını aşarak, uhrevi bir nitelik kazanıyor. Hidayet sadece çölde yol yordam bilmek, takva sadece çöl tehlikelerine ve çapulculara karşı korunmak değildir artık. Bunların ötesinde hüda ve takva, insanın tüm hayatını ihata eden, ölümden sonraki hayatını da ilgilendiren yol ve bu yolda ilerlerken tehlikelere karşı kendini savunmasıdır. Esasen korunulması gereken, sonuçtaki cehennem, azaptır.
"Korunun o ateşten ki yakıtı insanlar ve taşlardır. Kafirler için hazırlanmıştır." (2/24)
Ateşten sakınmak şeklindeki korku takvanın bir yönüdür. Kişiyi ateşe sürükleyen kötülüklerden korunmayı anlatır. Bu kapsamda "haşiye, hafe, rahabe" gibi kelimler takvanın yakın anlamlılarıdır ve temelde korku ve savunma güdüsünü ifade eder.
Tehlike ve kötülüklerden korunurken, aynı zamanda iyilik ve güzelliklere sahip olmak takvanın diğer yönüdür. Leyl süresinde malını vererek arınan ve yalnızca Allah'ın rızasını gözeten kişi tavka sahibidir denmektedir.
Takva son derece önemli bir uhrevi içeriğe sahip olduğu gibi, sosyal bir içeriğe de sahiptir. Takvayı emretmek konunun beşeri ilişkilerdeki işlevini ön plana çıkarıyor. Bu tanımlama, risaletin önderlik ve hakimiyet vasfı ile doğrudan ilgilidir. Elçilik, kendisine verilen mesajı muhataplarına sadece okuyup geçmek değil, tebliğ ile birlikte emretmek, Allah'ın gösterdiği doğrultuda hükmetmek şeklinde olursa risaletin bütünlüğü gerçekleşir. Elçinin konumu ve ilahi mesaja uygun hükümlerine itaat, vahyin gündeminden düşmeyen konudur.31
g- Nadiye
Halkın meşveret gibi, bir şey için konuşmak üzere bir yere toplanmaları manasına "nedve"den gelir. Nitekim İslam'dan önce Mekke'de Kureyş'in toplandığı binaya "daru'n-nedve" denirdi. "Nadi", orada ve o gibi yerlerde toplanan heyettir.32 Nadiye kelimesi, meclis, kurultay, çete şeklinde anlaşılır ve çevrilebilir. Kelimenin diğer biçimi olan "en-nediyy" sürekli toplantıların düzenlendiği, oturumların yapıldığı meclisi anlatır. Olağanüstü bir durum karşısında temsilcilerin toplanarak işleri görüştüğü, kararların alındığı bir danışma meclisidir. Temsilcileri kavmin ileri gelenleri (eşraf) ve soylular oluşturur (mele). Musa Peygamberi öldürme kararı alan mele gibi ( 28/20) hicretten önce Hz. Muhammed'e suikast kararını alan ve planlayan darü'n-nedve karşımıza bir çete niteliğinde çıkıyor. Dolayısıyla bu çeteye karşı Kur'an'da olumlu bir tavır beklenemez. Aksine bir tehdit açıkça bir meydan okuma söz konusudur.33
Meryem suresinde de "nadiy" kavramı topluluk anlamında kullanılmaktadır: "Onlara apaçık ayetlerimiz okunduğunda, o küfre sapanlar, iman edenlere derler ki "İki gruptan hangisi makam bakımından daha iyi ve topluluk (nadiy) bakımından daha güzeldir?" (19/23)
Müfessirler, "nadiy" kavramını toplumun meclisi ve danışma yeri olarak açıklamaktadırlar. Meryem suresinde nadiyeleri ile böbürlenenlerin Mekke'deki iktidar, güç sahipleri olduğu açıktır. Aynı şekilde nadiyeye karşı Alak suresinde zebanilerin çağrılması, nadiyenin, Mekke toplumun güçlülerini temsil eden bir topluluk olduğu anlaşılmaktadır.

Dipnotlar:
1-Ragıp el-İsfehani, Müfredat, sh, 500, Darülfık, Şam
2-Baltası M. Ali, İlk Mesajlar, sh. 64, Birleşik Yay.
3-Izutsu Toshihiko, Kur'an'da Dini ve Ahlaki Kavramlar, sh.202, Pınar Yay.
4- Akyüz Vecdi, Kur'an'da Siyasi Kavramlar, sh. 297, Kitabevi Yay.
5-Izutsu'dan aktarım sh. 202.
6-Mukatil b. Süleyman, Vucuh ve'n-Nezair, sh. 103, ilmi Neşriyat.
7-Sülün Murat, "K.Kerim Açısından İman Amel" İlişkisi, sh. 249, Ekin Yay.
8-Baltası, age, sh.65.
9-Isfehani, age, sh. .616.
10-Baltası, age, sh- 66.
11-lzutsu, age, sh. 204-205.
12-Derveze M. İzzet, "Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı" sh. 65, Ekin Yay.
13- Isfehani, age, sh. 342.
14-Derveze M. İzzet, "et-Tefsirü'l Hadis" sh. 31, Ekin Yay.
15-Izutsu, age, sh. 72.
16-Derveze, age, sh. 31-32.
17- Esed Muhammed, Kur'an Mesejı sh. 1288, İşaret Yay.
18-Mevdudi, "Kur'an'a Göre Dört Terim" sh. 123-124, Seçkin Yay.
19-Ece Hüseyin K, "İslam'ın Temel Kavramları" sh. 23, Beyan Yay.
20-Isfehani, age, sh. 491.
21-Ece, age, sh. 569.
22- Isfehani age, sh. 491.
23-Baltası, age, sh. 72.
24-Derveze, age, sh. 27.
25-Baltası, age, sh. 69.
26-Ece, age, sh. 270.
27-Baltası, age, sh. 76.
28-Baltası, age, sh. 77.
29-Özsoy Ömer, Güler İlhami, "Konularına Göre Kur'an" sh. 397, Fecr Yay.
30-Izutsu, age, sh. 260.
31-Baltası, age, sh. 78-79.
32- Elmalılı M. Hamdi Yazar, "Hak Dini Kur'an Dili" sh. 170, Yenda Yay.
33- Baltası age, sh. 84.

Nüzul Sürecinde Kavramlar -3
Oktay Altın
Fatiha suresi, Hz. Peygamber'e indirilen ilk vahiylerden biridir. Hatta Hz. Ali'ye göre ilk vahiydir. Fakat Alak suresinin ilk beş ayetinin İlk inen vahiy olduğu yönündeki genel kabul, daha doğru görünmektedir. Bununla birlikte Fatiha'nın Hz. Peygamber'e bütün olarak bir defada vahy edilen ilk sure olması muhtemeldir ve bu özellik, Hz. Ali'nin görüşünü de açığa kavuşturmaktadır.
'Açan' anlamına gelen Fatiha, Kur'an tertibinde birinci sure olarak yer almaktadır ve vahye açılan kapıdır. Ayrıca surenin "Fatihatü'l Kitab, Ummu'l Kitab, Seb'al Mesani" gibi daha değişik isimleri de vardır.
Buhari'ye göre "Ummu'l Kitab" ismi, sureye bizzat Hz. Peygamber tarafından verilmiştir ki bu, Kur'an'da ön görülen bütün temel prensipleri özlü bir şekilde içermesinden dolayıdır. 23 yıl boyunca inzal olacak Kur'an'ın temel prensiplerini içeren Fatiha, adeta Kur'an'ın özetidir ve her namazda tekrarlanması suretiyle bu prensiplerin mümin zihinlerde yer etmesi amaçlanmış gibidir.
Bu sure, mümin bir kişi için temel ilkeleri en açık ve kesin bir biçimde ortaya koymaktadır. İman eden kişi, Fatiha ile birlikte, İslam dışı tüm dünya ile ilişkisini kesmekte, yepyeni bir dünyaya, yeni bir ilişkiler ağına girmektedir.
1. Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla...
Besmele'nin ayet olup olmadığı tartışmalıdır. Fakat müfessirlerin çoğu, besmeleyi Fatiha'nın parçası saymışlar ve Fatiha suresinin ilk ayeti olarak zikretmişlerdir. Besmele, Allah-insan ilişkisinin niteliğini ortaya koyan ve bu ilişkiyi düzenleyen en önemli terimdir. Herhangi bir işe besmele ile başlamak yapılan işin İslami olup olmadığını belirleyecek, İslami olmayan işlerden kaçınmayı beraberinde getirecektir. Çünkü meşru olmayan bir işe rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla başlanamaz. Besmele ile işe başlamak, o işi başarmak azmiyle hareket etmeyi ifade eder. Çünkü rahman ve rahim olan Allah'a dayanılarak, işe başlanmıştır.
"Allah" lafzı Yüce Rabbimizin, zat ismi yani özel ismidir. Başka hiçbir varlığı izafeten "Allah" ismi kullanılamaz. O'nun bütün sıfatları "Allah" isminde toplanır ve bu isim onların hepsini ifade eder. Allah lafzı özel isim olduğu için hiçbir dilde karşılığı yoktur, olduğu gibi kullanılmalıdır, Yer yer "Allah" isminin karşılığı olarak kullanılan Türkçe'deki "tanrı", Farça'daki "huda", İngilizce'deki "god" ancak "ilah"ın karşılığı olabilir ve daha çok bu anlamda kullanılmaktadırlar. Aksi taktirde kelime-i tevhid, "tanrıdan başka tanrı yoktur" şeklinde çevrilmek durumunda kalınır. Kur'an bize bu en yüce ve en büyük zatı, eksiksiz sıfatları ve güzel isimleriyle tanıtacak, bizim ve bütün kâinatın ona olan ilgi ve alâkamızı bildirecektir.
Rahman, "çok merhametli, sonsuz rahmet sahibi" anlamına gelmektedir. Rahman kelimesi Allah dışında herhangi bir varlığa izafeten kullanılmamıştır.
Rahim, "çok merhamet edici" demektir. Bu da yüce Allah'ın sıfatlarından biridir. Fakat yalnız sıfat olarak kullanılır, sıfat ise tek başına kullanılmaz. Niteleyeceği başka bir isme ihtiyaç duyar.
Rahman ve Rahîm kelimeleri 'rahmet' mastarından mübalağa ifade eden birer sıfat olmakla beraber aralarında önemli farklar vardır. Yaratıklar, yüce Allah'ın Rahman olmasıyla başlangıçtaki rahmetinden, Rahim olmasıyla da sonuçta meydana gelecek merhametinden doğan nimetler içinde büyürler ve ondan faydalanırlar. Hem müminlerin, hem kâfirlerin Rahmân'ı, fakat yalnız müminlerin Rahîm'i denilmesi de bundan ileri gelmektedir.
Rahman oluşunun rahmeti kendisine ait iken Rahim olmasıyla rahmetinden irade sahiplerine de bir pay vermiştir. Başlangıçta çalışana, çalışmayana bakmadan varlık âlemine göndermek ve o şekilde idare etmek Rahman oluşun bir rahmetidir. Daha sonra çalışanlara çalıştıkları maksatlarını da ayrıca bağışlamak Rahîm oluşun bir rahmetidir. (Elmalılı, Fatiha Tefsiri)
2. Hamd, alemlerin rabbi olan Allah'adır.
Hamd, isteğe bağlı yapılan bir iyiliğe veya onun başlangıç noktası olan bir iyiliğe karşı gönül açıklığı ile o iyiliğin sahibine saygı ifade eden, kısmen medih, kısmen teşekkür ile birleşen bir övgü sözüdür. Türkçe'de bunun bir eşanlamlısı yoktur. Şükür de böyledir. Türkçe'de bir övme var ki, o da medhetme ve sena (övme) ile eşanlamlıdır. Hamd ise medh ile şükür arasında bir nevi övme ve özel bir medihtir. Çünkü medih, canlılığı ve istediği gibi hareket etme yeteneği olana da olmayana da yapılır. Mesela güzel bir inci ve güzel bir at övülmüş olabilir. Fakat onlara hamd edilmez. Hamd, inci ve atı bağışlayan, istediğini yapmakta serbest olan Allah'a yapılır ve hatta onun lütfuna, ilmine yapılır. Fakat vücut güzelliğine yapılmaz. Ayrıca medih, bağıştan önce de ondan sonra da yapılabilir. Hamd ise kesinlikle bir iyilikten sonra yapılır. Şu kadar var ki, onun hamd edene ulaşmış bir iyilik olması şart değildir. Şükürde ise bu da şarttır. Çünkü şükür, gelmiş olan bir nimete sözlü veya fiilî veya kalp ile nimeti verene saygıda bulunarak ona karşılık vermektir. Hamd, minnettarlığın başıdır. Bundan dolayı hamd, medihten daha özeldir.
Hamd geçmiş ile gelecek arasında dönüp dolaşan bir sevinç durumundan, şükür ise gerçekleşen bir geçmiş nimete ulaşma zevkinden ileri gelen bir mutluluğu ilan etmektir. Bunun için hamd ve şükür tamamen meşru ve ahlâka uygun oldukları halde medih bazen ahlâka uygun olmayabilir.
Âlem kelimesi, öncelikle akıl sahibi varlıkları ifade ediyorsa da, ondan da öte bütün varlıklar "alemler" lafzının içine girmektedir. Dolayısıyla hem maddi hem de manevi anlamdaki bütün varlık kategorilerini gösterir. Yaratılmışların, bütünlük arzeden, müstakil görünen tüm parçaları âlem olarak isimlendirilebilir. Bu anlamda insanlar içerisindeki homojen bir grubu ifade ettiği gibi, diğer canlı türlerini, cansızları da içine alır.
3. Din gününün maliki,
Din günü, her işin karşılığının verilip bitirileceği, cezanın tahakkuk edeceği son gün anlamındadır ve kıyamete işaret eder. "Evet nedir din günü biliyor musun? Kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gün." (82/18-19)
"Dîn" kelimesinin doğrudan doğruya kıyamet anlamı yoktur. Arapça'da ceza, hesap, kaza (hüküm verme), siyaset, itaat etme, âdet, durum, kahır ve nihayet bütün bunlarla ilgili ve hepsinin üzerinde kurulduğu ve hepsinin ölçüsü olan millet ve şeriat mânâlarına getir. İlk önce ceza, sorumluluk duygusu, sorumluluğu tatbik etmek gibi mânâlara da gelir. Bunun için 'yevmü'd-din'in Türkçe'deki karşılığı 'ceza günüdür'. Fakat aslında ceza bugün kullanıldığının aksine kötü muamele ve işkence demek olmayıp iyi veya kötü yapılan bir işin, acı veya tatlı karşılığını, ücretini vermek mânâsına masdardır. "Yevmi'd-dîn" bütün ümitlerin veya ümitsizliklerin ileride Allah'ın terazisinden geçerek en son gerçek şeklini bulduğu ve her şeyin birbirlerinden tamamen ayrıldığı kesin olarak gelecek son andır.
Ayrıca gün, yirmi dört saatlik bir zaman dilimini değil, insanların yaşamını derinden etkileyen ve değiştiren olayları tanımlamak için kullanılır. Gün, niteliğini dinin belirdiği bir gündür.
Kur'an, 'din günü' kavramıyla "adalet" ilkesine vurgu yapar. Din gününde kimseye haksızlık yapılmayacak, herkes yapıp ettiğinin karşılığını (cezasını) alacaktır. Bu kavram, öte dünya telakkisine sahip olmayan müşrik zihne, yapıp ettiklerinin burada kalmayacağını, bunun hesabının verileceğini hatırlatırken, aynı zamanda bu dünyada haksızlık yapılmaması, adil olunmasını gerektiğini de vurgular.
Malik, "sahip olan" anlamındadır. Mülk; egemenlik, tasarruf etme anlamına gelir. Allah sadece din günün değil tüm evrenin, tüm zamanların malikidir. Fakat dünyada birileri Allah'ın malikliğini, hükümranlığını kaale almadan hatta Allah'ın hükümranlığına meydan okuyarak yaşayabilirler. Fakat 'din günü'nde gerçek malikin kim olduğu şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya çıkacaktır.
4. Yalnız sana ibadet ederiz, yalnız senden yardım dileriz (istiane).
İbadet, kişinin tüm hayatını, tüm hareketlerini içine alır. Allah'ın razı olduğu şeyleri yapmak ibadettir. Çünkü ibadette asıl olan itaattir. O'nun emirlerini yerine getirmek ibadet, yerine getiren ise abd (kul)'dır.
İstiane, "yardım dilemek, yardım talep etmek" anlamına gelir. Ayette gerek ibadet ve itaatte, gerekse diğer işlerde sadece Allah'tan yardım dilenmesi, başka kimseden yardım dilenmemesi gerektiğinin altı çizilmektedir. Müşrikler, mal ve evlat sahibi olmakla sınırsız güce sahip oldukları zehabına kapılabilir ya da kendilerinde daha güçlü buldukları kimselerden yardım dileyebilirler. Oysa müminler sadece Allah'tan yardım dilemek durumundadırlar. Çünkü olup biten her şey O'nun izni ve müsaadesiyle olmaktadır. Ayetlerin nazil olduğu dönem, müminlerin en çok yardıma ihtiyaç duydukları dönemdi. Müşriklerin baskı ve yıldırmalarına karşı müminleri ancak Allah'ın avni teskin edebilir, ayaklarını ancak Allah'ın yardımı sağlamlaştırabilirdi.
Bu dönemde Müslümanlar çok az sayıda olmalarına rağmen Yüce Allah, çoğul siga kullanarak "ben değil, biz deyiniz" diyor. Hz. İbrahim örneğinde olduğu gibi 'biz' bilincine sahip tek insan bile ümmettir. Yüce Allah'ın bu vahyine muhatap sahabe, bireysel olarak değil, topluca ibadet etmek, topluca yardım dilemek durumundaydı. Bu şiarla hareket ettikleri, bu duyguyu yüreklerinde taşıdıkları için beraberce işkencelere katlanabiliyorlardı. Daha sonra oluşacak olan muazzam İslam topluluğunun kökleri böyle zor şartlarda, böyle sağlam ilkelerle atılmıştı.
5. "Bizi dosdoğru yol(sırat-ı müstakim)a ilet.
Müstakim, doğru olan; eğrisi, yanlışı bulunmayan, sırat; yol, ana yol, büyük cadde anlamındadır.
Sırat-ı Müstakim ise uygun yol, dosdoğru yol anlamındadır. Allah Rasulü aracılığıyla insanlığa ilettiği, vahiyle sınırlarını çizdiği İslam'dır dosdoğru yol.
6. Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna.
Allah, nimet verdiklerini daha sonraları inzal ettiği Nisa suresinde izah etmektedir; "...Allah'ın kendilerine nimet verdiği nebiler, sıddıklar, şüheda ve salihlerle..." (Nisa, 69)
7. Dalalete düşen ve kendilerine gazap edilenlerin yoluna değil."
Dalalet çölün fırtınayla değişip duran coğrafyasında yolunu kaybeden nasıl perişan şekilde hayatını kaybediyorsa, Allah'ın yol göstericiliğine iltifat etmeyip bildiğini okuyanın sonu da aynı şekilde hüsran olacaktır.
Müfessirlerin büyük çoğunluğu dalalete düşenlerle hristiyanların, gazaba uğrayanlarla da yahudilerin kastedildiği görüşündeler. Fakat ilk surelerde ehli kitap muhatap alınırken genelde onları kazama, ayrılıklardan ziyade ortak noktalara vurgu yapan bir üslup kullanılmaktadır. Daha ilk inen surelerden bir olan Fatiha'da ehli kitabın dalalette ve gazaba uğramış olarak değerlendirilmesi bu genel üsluba uymamaktadır. Ayetin bu şekilde ehli kitabı şamil biçimde kullanılması muhtemelen Medeni döneminde olmuştur. Çünkü bu dönemde ehli kitapla olan ihtilaflar gün yüzüne çıkmış ve üslup sertleşmişti.
Mekkeliler ticaretle uğraştıkları için ticaret yollan üzerinde bulunan örenlerde geçmişin kalıntılarına sık sık şahit oluyorlardı. Buralardaki kalıntılar, geçmiş medeniyetlerin gücünün ve gelişmişliğinin hala yaşayan tanıklarıydı. Ve bu medeniyetleri oluşturanların helakle yok edilmelerinden gerek ehli kitapla tanışıklık, gerekse atalar kanalıyla dilden dile aktarılan kıssalar yoluyla Mekkeliler de haberdar olmuşlardı. "Dalalete düşen ve gazaba uğrayanlar" cümlesiyle Mekkeliler, kalıntılarını gördükleri ve bilgilerine vakıf oldukları bu eski medeniyetleri hatırlamaktaydılar. Ayrıca ayetler, kendi sade yaşamlarıyla güçlü medeniyetleri kıyaslatarak bunları yok eden gücün kendi basit yaşamlarını çok daha kolaylıkla yok edeceğini düşündürmekteydi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder